Koca koca öğretileri okuyor, neredeyse ermiş insanları dinliyoruz. Onların söyledikleri kulağımıza mantıklı geldiği anda da hemen kendi doğrumuz ilan ediyoruz. Sonra da büyük büyük laflar ediyoruz ama altını doldurmakta çoğu zaman zorlanıyoruz.
Geçenlerde Akyaka’da “5 Çayı Sohbetleri” adında bir buluşma organize ettim. Herkesin katıldığı, önceden hazırladığım soru kartlarını çekerek kendi deneyimlerinden yola çıkarak konuştuğu bir akşamdı. İlk temamız "aidiyet"ti.
Ben bugüne kadar öğrendiklerimden biliyorum ki, insan önce kendine ait olmalı. Kendine ait olabildiğinde artık her ortama aitsin ve özünde hiçbir ortama ait olma ihtiyacı kalmıyor. Bu öğretiyi biliyorum ve hayatımdaki karşılıklarını da zamanla gördüm. Eskiden olduğu gibi artık arkadaş gruplarım yok. Hepsinden bir şekilde koptum ve kendime sıfırdan bir hayat kurdum. Şimdi bir topluluğa girdiğimde bazen o anlık ait hissediyorum ama sonra arkamı dönüp gitmekte zorlanmıyorum. Kendimi birilerine yaranmaya çalışırken ya da sevdirmeye kasarken pek bulmuyorum artık.
Ama yine de köpeğime, aileme, yakın dostlarıma, evime... onlara ait hissediyorum kendimi. Zamanı gelince bir sevgiliye de ait hissetmek isterim. Ve tüm bu ait hissettiklerim benden gitmek isterse, büyük sarsılırım. Yani evet, öğreti mantıklı. Ama bazen bu büyük lafların altında ezildiğim oluyor.
Mevlânâ’nın sözlerini okuyoruz ama onun Mevlânâ olana dek hangi yollardan geçtiğini bilmiyoruz. Tüm bu öğretiler bize bilgi veriyor, evet... ama fark etmeden biraz da kibir yüklüyor belki.
Bazılarımız sabah meditasyona oturuyor, günlük tutuyor, kitaplardan altını çizdiği cümleleri defterlere geçiriyor. Ama sonra akşam bir mesaj gelmediğinde darmadağın oluyor. Oysa sabah okuduğu kitap sevginin içeriden doğduğunu anlatıyordu.
Bir başkası, “Bağımsız olmalıyım, tek başıma da yeterliyim,” diyor. Ama biriyle sevgili olunca birden tüm dünyası onun etrafında dönmeye başlıyor. Kendi isteklerini, önceliklerini unutuyor. Sonra da “Yine kendimden vazgeçtim,” diye üzülüyor.
Bir diğeri “Anda kalmalıyım,” diyor. Ama küçük bir tartışmanın ardından üç gün önceki lafı hâlâ zihninde döndürüp duruyor.
Hepimiz bir şeyler öğreniyoruz, okuyoruz, konuşuyoruz. Ama yaşamak, bambaşka bir emek istiyor.
Belki de mesele bilgiyi hemen içselleştirmeye çalışmak değil. Bilgiyi göz hizasında tutmak yeterli. Ne zaman yaşadığın bir şey o bilgiyle çarpışırsa, işte o zaman gerçekten öğreniyorsun. Ve bu öğrenme, öyle “tıklayıp indirilen” bir şey değil. Çoğu zaman canını yakarak geliyor.
O yüzden “Kendine ait olmalısın,” sözü kulağa ne kadar şiirsel gelse de… kendine ait olmayı zamanla fark ediyorsun. Bazen bir sohbet sırasında, bazen bir vedada, bazen kimsenin seni aramadığı bir hafta sonunda.
Ve o an anlıyorsun:
Aidiyetin tarifini senin yerine kimse yapamaz.
Senin aidiyetin, başkasınınkine benzemek zorunda değil.
Bu satırları yazarken bir yandan da kendime şunu hatırlatıyorum:
Bir öğretinin bizdeki yeri, onu ne kadar tekrar ettiğimizle değil, onunla ne zaman çeliştiğimizde nasıl davrandığımızla belli olur.
Ve belki de gerçek yolculuk; bildiklerini unutmadan ama o bilgilerin kibriyle de taşmadan yürüyebilmekte saklıdır.
Şimdik sana sorarım..
En son hangi öğretiyle çeliştiğini fark ettin? Ve kendine bu fark edişte nasıl davrandın?
Sizi seven,
Yaso’nuz.
Son günlerde fark ettim ki, iç dünyamda yoğun duygularla kalakaldığımda, mantıklı düşünmeye geçmem zorlaşıyor. Sanki duygular bir perde gibi iniyor önüme; zihnim bulanıyor, düşünceler birbirine dolanıyor. Özellikle sevdiğim insanlarla ilgili bir konuysa bu, geçiş neredeyse imkânsız hale geliyor.
Çünkü onları sadece “düşünmüyorum”, “hissediyorum.”
Bir örnek vereyim…
Geçen gün çok sevdiğim biriyle aramızda küçük bir soğukluk oldu. Olayı dışarıdan bakan biri olarak analiz etmeye çalıştım ama başaramadım. İçimdeki bağ, hissettiğim kırgınlık, anlayış, beklenti — hepsi mantığın sesini bastırdı. Çünkü yoldan geçen birinden değil sevdiğimden bekliyorumKendimi dışarıdan görebilmek istedim ama duygunun içinden çıkamadım.
Çünkü onunla aramdaki bağ sadece sözlerle kurulu değil, kalbimle kurulu. Ve kalbim sustuğunda mantığım da konuşmakta zorlanıyor.
Biliyorum ki dış algıya geçmek; yani olanı, olayı ve insanı “benim duygumdan bağımsız” bir yerden görebilmek bana netlik kazandıracak. Ama içteki bu yoğun bağdan sıyrılmak kolay değil. Yine de öğreniyorum… Duygumu bastırmadan, sadece geri çekilip izlemeyi.
Tıpkı bir manzarayı izler gibi.
İçimden değil, biraz dışımdan.
Ama yargılamadan.
Sevgiyle.
Her hafta başı olduğu gibi yine harika bir yazı.Kendinizden,bizi bize anlatıyorsunuz.